22 Ağustos 2025 Cuma

Eyer Pazarı

 Beşiktaş vaporundan inerken bir şenlik havasının ilk saatleri karşıladı bizi. Yabancı bir manzara değil, daha önceki hafta metroda da, hatta bunun daha şiddetlisini, görmüştüm fakat insan öyle hemen alışamıyor böylesi bir coşkuya. İstikamete en yakın metro durağına bir şekilde varmaya çalışıyorduk. Kalabalığı yarmak şöyle dursun, kadim bir uygarlığı sulamaya taşmış bir Nil gibi sürüklüyordu bizi halkın durdurulamayan, coşkun seli; onların itkisiyle buluyorduk yolumuzu. Bir şekilde metroya bindiğimizde daha da yükselmişti şenlik: Kol kola şarkılar söyleyen vatandaşlar -alelade bir günde birbirlerinden tiksinir, metroda sehven temas etseler rahatsız olurlar-, refikinin maskesini düzelten arkadaşlar; yekdiğerini gözleriyle selamlıyordu herkes. Toplu taşıma, sonunda münasip bir amaca hizmet ediyor, o araçtaki herkes aynı istikamete gidiyordu. İstanbul şehrinde, iş çıkışı vaktinde öyle güler yüzlü insana tesadüf etmek zordur: Millet sevmediği işinden güç bela kurtulmuş, fazla pahalı evlerine bir şekilde varmaya çalışırken bir de illa ki bir yerlerden inandırıldığı uydurma bir sebeple nefret ettiği insanlarla burun buruna seyahat ederken iyice bunalır hayatından, illallah akar yüzünden. Fakat o gün bizimdi şehir. Sokaklar bizimdi, yerin üstü de bizimdi altı da. Vagonların sallantısı hem içindekilerin dansından, hem üstündekilerin zıplayışlarındandı. İstikamete yaklaşırken her durakta çığlıklarla karşılanıyorduk. Harpten dönen yaralı fakat gururlu, yorgun fakat hâlâ istibdada karşı azgın birer yığın en yüksek bir kardeşlikle istikbal ediyordu bizi. Literalman bayrak devralıyorduk adını bilmediğimiz kardeşlerimizden. Kızarmış gözleri parıl parıl. Morarmış omuzları dimdik! Üstlerindeki istibdat gazının ufunetini bastırıyordu istiklal aşkının ıtrı. Ve her şeyiyle hak edilmiş bir dinlenme için uğurladık onları. Annem yaşında bir kadın yaşlı fakat şen şatır gözleriyle elime tutuşturdu sallanmaktan yıpranmış bayrağını. "Sizin sıranız artık" dedi. İndik biz de metrodan. 

    İşte böyle bir manzara seyrediliyordu önceki hafta metro durağında. Durağın etrafını, asıl varağımızın ne biçim olduğunu anlatmıyorum bile. Ve bugün inerken vapordan, benzer hisler kıpraşmaya başladı içimde. Bir bayrak devir teslimi değil bu sefer, sanki desteğe yetişen bir alay asker! Bugünün debdebesi daha layıkıyla başlamamış, henüz daha gençler meydanda toplanmakta, etrafını saran üniformaları süzmekteydi. Meydanın etrafı İstanbul biçim, kat kat binalarla, balkonlu kafelerle çevrili. Biz ve seleflerimiz yetişip katıldıkça, kalabalık büyüdükçe sesi de yükseldi: Sıkıldı birkaç delikanlının canı, sesleri çıkmaya başladı. O kafe balkonlarına dönüp vicdanlarına sloganlar attılar. "Senin için geldik biz de/ Çok mu tatlı imiş kahve?!". Sonra bazıları utanıp kalkacak gibi olduklarında "Gel! Gel! Gel!" diye yeni, basit bir slogan yükselmeye başladı güleç dudaklardan. Onlar da katıldılar sonunda aramıza. Onları da sarmaya koyuldu üniformalar.

    Meydan çepeçevre sarılı. Yalnızca üniformalarla değil, asıl alanın etrafı demirle boğulmuş. Meydanın ruhunu zaptetmeye çalışıyor istibdat, bir çelik kafese tıkacak kartalı. 

...

30 Nisan 2025 Çarşamba

ait!

     Birbirini tanımayan, hasbelkader ortak bir lisan bulmuş, farklı kıtalardan çocuklardık. Birinin adını sormak ayıptı, gerçi kimsenin aklına dahi geldiğini sanmıyorum. Bir gün tanışıp kahve içmek hevesiyle yapmadık hiçbir şeyi. Sadece benzer cümleler kurabildiğimiz insanlar, istediğimiz iğrençlikleri tefevvüh edebileceğimiz bir ortam, doğrunun olmadığını hatırlayan bir cemiyet, hasılı hürriyet istiyorduk.

    Devam ediyor hürriyet iptilamız. Uzaktan, çok uzaktan siren sesleri gelmeye devam ediyor. Sokak boyu yürü bak, sen ilerledikçe sana yaklaşmayacak sirenler merak etme. Sorma yeter, sorma "Neden" diye. Yol üstünde bu lafı vird edinmiş, ileri geri sallanan çılgınları göreceksin. Hiçbirinin yüzü kızarık değildir. Şişelerine de karışma, kimsemiz tecavüzkarane sapıtmaz. Böyledir çünkü hürriyet: Kendinin de başkalarının da hürlüğü o sapıtmayıştadır biraz. Biraz da sokaktaki bu çeşitlilikte. Gör, çünkü, o çılgının yanındaki adamı izle. Tanışmıyorlar bile. Hem ağzından çıkan köpük değil dumandır. Tanrısında yakınıyor ikisi de, lisanları farklı sadece.

    Devam ediyor hürriyet iptilamız. Bunun için, dünyanın her yerinde bir ahlaksıza sövebilmek için ne olmayacak lisanlar çalışırız! Ben, yani bendeniz, hendeseden anlarım biraz naçizane, diğerinin olmayan dünyalar olur tuvalinde. Hukuka dair tetebbuatımız, cehlin prangalarından istiklal içindir. Tabiat kanunlarını da aynı iştiyakla, aynı motivasyonla çalışırız. 

    Sözlerimin kıyısında köşesinde, ne zaman arasa, arayan biri için bir manifesto gizlidir. Devam ediyor hürriyet iptilamız. Belki yalnızca güzelliğin esiri olmaya meraklıyız. Muvakkat, muhayyel, oyunlu, çalımlı bir esirlik.

4 Şubat 2025 Salı

Buğu

    Gözündeki buğular silidi şairin. Önünü görerek yürüdü sokaklarda. Aşina kaldırımları geçti, unutulası sahiller buldu yolun sonunda. Zihninde dönüp duran hayale uyacak bir manzara aradığı falan yoktu, öyle aranarak bulunmaz ilham. İlham oradadır ve bütün kabalığı, hamlığı ile şairin bildiği bir oradadır. Bugün de oradaydı, bildik yerindeydi ilham.

    İster istemez bir tavsiye üzerine sahile gelmiş olduğunu düşündü şair. Kendi çıkardığı anlamları düşündü. Ağaçlardan öğrendiği kestirme sokakları düşündü. Güzel şehirlerde asırlar önce ölmüş mimarlardan aldığı nasihatlerle buluyordu yolunu bu çirkin şehirde dahi. Zihninin her sokağı bir Şark pazarına çıkar onun. Orada muteber -fakat yine de ölmüş!- mimarlar da bulunur, turistlerden çaldıklarıyla yeğenine kaçak inşaat diken kulamparalar da. Bugünkü günün aksanını sanki zorla, yenice öğrenmiş gibi konuşan sahaflar da mevcuttur orada, bir güvercin dilinde derdini anlatan kahrolası ağzı-salyalılar da. 

    Önünü görerek adımlarını atıyordu şair uzun zaman sonra ilk defa. Bu, mesleğini icrasına engel olmayan fakat hayli sıra dışı bir haldir. Çıktığı köy sahilinde kötü isimli sokakları düşündü bir süre. Sonra adımlarını aklındaki aşina bir vezne uydurmaya çalıştı. Bada bam bam, bada bam bam, bada bam bam, bada bam... Sokakta seken bir seksen koca bir adam. Hayır: O sokaklarda seken bir kocaman boylu adam. Bada bam bam, bada bam bam, bada bam bam, bada bam. 

    Zihnini dağıtmaya çalışıyordu bu kabilden çocuksuluklarla. Aklına aforizmatik laflar geliyordu, bazıları mühim adamlardan duydukları, bazıları da kendi uydurdukları. "Bütün gün düşünmüş şair, en sonunda akşam şiirinden bir virgülü silmiş. Ertesi gün geri koymuş virgülü sonra!" Olmaz öyle! İki üç akşam daha düşünsün şair. "Bütün hafta düşünmüş şair. Ağzını açtığında anlaşılmaz bir tekerlenme yuvarlanmış dudaklarından. Tekerleme bir kız çocuğunun diline takılmış, çocuk o günden sonra peltek kalmış. Tekerleme ermiş muradına, biz çıkalım marekesine"

    Gözündeki buğular silinmişti şairin. Şair artık sakin. Kafa sesiyle, yüksek perdeden şarkılar söyleyin. Beğenmedi sonunda yürüdüğü yolun çıktığı sahili. Belki yüzme bilmiyordu, belki de birileri sahile akıl vermeli. Zaten her yer müsilaj, zaten şairin ruhunda dağa çıkmak var, ahbaptan ekipaj. Biri denizlere anlatsın, yağmurla beslenir dereler. Derelerin de hepsi denize varmaz derler. Yani ki beğenmedi sonunda şair hayalini. Vezni de zaten yere batasıca persler seçmişti. Sustu gözleri-buğusuz şair, kendine geniş rotalı bir otobüs beğendi. Bambamda bamdabamda babambamda bamdabam!  

24 Aralık 2024 Salı

Paradise Lost veya Kayıp Yesar

    Yıllardır dönemiyorum şehrime. Öyle ki artık özlemem bile tuhaflaştı bir yerden sonra, zihnimde şık bir hatıra olarak kalmasına müsaade etmek durumundaydım. Halbuki onu ilk gördüğümde sokaklarını, kaldırım taşlarını, ağaçlarını, heme peysajını en afili laflarımla, en fasih sohbetlerimle, en yaşlı masalarda anlatmıştım uzun uzun. Öyle etkilenmiştim ki daha ilk adımımda!.. Doğduğum şehirde sevdiğim her şeyin bir mümtaz temsili, ve oradaki her kötü hatıramın yılmaz bir reddiyecisi gibiydi bu şehrin her detayı. Öyle jeologlar gün etsin diye arzın merkezine uzanan yarları veya göklere ağan dağları yoktu ama her tepeciğinde ayrı deliller vardı hususiyetine. Hele iki karşılıklı tepe vardı ki denize nazır... Yemin ve Yesar diyorum ben isimlerine ama hatırlamıyorum bunu daha önce kimseye faş ettim mi. Belki de kendi kendime uydurduğum güzelliklerdendir bu da. Gerçi o tepelerden görülen güzelliği zaten ben ürettim, onu biliyorum. Yalnızca birkaç sefer ciddiyetle ulaşabildim zirvelerine fakat hissedebileceğim her nevi mahmurluk, yorgunluk, atalet, kesalet tümden silinmişti her seferinde ve mutlak bir sarahatle, sérénité ile görmüştüm güzelliklerini. Söylemiştim ya daha önce de: Hayaldendi, hayaldendi manzarı!

    Ağzım açılıp uzun uzun konuşmuyorum bu konuda artık uzun zamandır. Çok olsa dudaklarım titriyor, yanımda bunu istifham edecek bir ahbabım varsa da utanıyorum, korkuyorum incilerimi dökmekten kırılıverirler diye. Koca koca, eğri büğrü inciler var eteğimde; onlar işte benim asıl diyeceklerim. Benim gizli diyeceklerim... Veya bir gülle boyutunda bir elmastır hissettiğim şeyler: Ne tıraşlanıp ziynete çevrilebiliyor ne de kıyıp parçalamaya insanın eli gider. Halbuki şehrimin yolları açık olsa bana, yıllar önce afaroz edilmemiş olsam yani yurdumdan, daha konuşmayı öğrenemeden kaçırılmış bir bebek gibi anadilimi aksanla konuşuyor olmasam şu an hiçbir şekilde bir sorun yaratmazdı bu güllevarilik benim için. An tereddüt etmez, parçalardım o koca elması ve şehrimin kaldırım taşlarını süslerdim, onun pek mümtaz, pek muteber sakinleri ayakları altına cevherler almakla memnun olsunlar diye. Ve yeniden Yemin'e vardığımda o koca elmasın son parçalarının kırıntılarını ekerdim yolun tabanlarımda, yanlarımda açtığı yaralara. Lütfü var olsun şehrimin, beni yeniden kabul ve istikbal etti ya, rahatça uyuyabilirim gözlerim Yemin'den Yesar'a.

9 Aralık 2024 Pazartesi

ayna

     Genzimde kekre bir tortuyla uyandım. Hayata dönmenin acısıyla yalvarır gibiydi bana gözlerim; yastığa geri gömüp boğayım istiyorlardı onları. Izın verdim en ilkel dürtülerimin beni yönetmesine. Erteledim hayatı elimden geldiği kadar. Yalvarışlarına uymak için duymadım telefonumu, kontrol etmedim posta kutumu. Açlığımı bastırdım, diyorum, gözlerimin yalvarışlarına uymak için.

Sonunda zihnim yeteri kadar boşaldığında, hayattan kaçmaktan yorulduğumda ve boynumdaki ağrı bir aşınalık kesb etmeye başladığında kalktım yataktan. Yalvarışlar sinmiş üstümdekilere, iyisiyle kötüsüyle. Nefret ettim kokusundan, çıkarmadım ama üstümden. Evde hâlâ ekmek yok, günlerdir başka tahıl ürünleri ikame ediyorum ekmek yerine. Öyle fırıncıya bir tavır falan değil bu, cebimde param da var. Kapıcının oğlunu markete gönderemediğimden belki, veya kuryeyle ekmek söylemeyi yakışıksız bulduğumdan. 

    Kahvaltımı ederken gözüm uzaktan aynaya takıldı. Ne genzimdeki tortuya yakışıyor bu kahvaltı ne de gözümdeki ağrıya. Üç çeşit peynir, somon olmayan bir ekmek, domates bile doğramışım üstünde zeytinyağıyla!

    Kalktım biraz yaklaştım aynaya, İnsan yaklaştıkça daha çok detay göreceğini sanıyor. Öyle olmadı: Her adımda daha da basitleşti çehrem. Sonunda aynaya vardığımda iki fırça darbesine indirgenmişti yüz hatlarım, bütünüm. Kişiliğimin tamanı klişe bir sinopsise sığıyordu gördüğüm akiste. İnançlarımı düşündüm. Özlediklerimi, hayal ettiklerimi ve hayalime sığdıramadıklarımı getirdim fikrime. O kadar alelade, o kadar her-sokakta-rastlanır, o kadar basitti ki hepsi... nabzım dahi yükselmedi. Midem bulandı basitliğimden.