5 Ağustos 2021 Perşembe

Sa'y-ı Mülhem

     Defter yaprağıyla buluşan bir katre kahvesiyle dünyaya döndüğünü hissetti Salman. Bereket, düşen damla önündeki kitaptan istinsah ettiği paragrafı lekememiş; yalnızca sayfanın altında koyu bir leke bırakmıştı. Ancak bu talihsizliğin yarattığı imperfeksiyon, onu yeniden içinde bulunduğu kafede hissettirmişti. Şöyle bir etrafına baktı: Aynı kampüste olduklarından simaen bildiği ancak şahsen tanımadığı birkaç on kişi arasında, kendi işgal ettiği masanın birkaç katı bir taneyi mesken edinmiş arkadaşlarını gördü. Kalabalık sayılırlardı. Daha beş, on dakika önce girdikleri kafede onu gördüklerinde Salman’ı da o geniş, oturaklı masaya davet etmişlerdi tabii ama onun üstüne vazife olmayan işleri vardı daha; belki bir arkadaşının sınavına yardım etmek için, belki kendisi bölüm değiştirmeyi düşündüğünden, ya da kim bilir hangi nedenden mühendis hâline bakmayıp bir hukuk fakültesi kitabını paralıyordu. Yüzünden defterini lekeleyen kahvenin ekşiliğini silmeden nazar ettiği o diğer masadan Selma’yla göz göze gelince komedinin ademinde ortaya çıkan ve belki de gülmelerin en güzeli olan bir gülmeyle baktılar birbirlerine.


    “Yaşamak lazım, azizem!” diye başladı birden söze Salman, önemli bir şey söylemediğini dost meclisindeki herkesin bildiğini bildiğinde takındığı bir ses ve vurguyla. Öyle bir konuşmaydı ki bu, aşina olmayanlara denk geldiğinde kendisini modern bir şeyh belleyecek olurlardı. “E yaşamayı da bilmek o zaman…” diye sözünü keserek ilavede bulundu Selma.

“Tabii, ne demiş üstad: “Her kim gerek öz işinde kâmil/ Âlem-i mevalid olsun pür akıl!” 

“Sözlerinin yarısı yalan” diye eğlendi Selma, “Uyduruyorsun.”

“O da uydurmuştu...”


    Oturdukları banktan yekinecek oldu Salman, üniversitenin rektörünü görünce. Sonra caydı, Selma’ya ayıp etmiş olmamak için ve anlatmaya başladı:

“Şöylece büyük, vallahi kocaman bir hukuk fakültesi var okulda. Fakat binası gayet sıkıcı, girişinde hiçbir şey yazmıyor. Ötesinde berisinde fakültenin adı asılıdır belki, o da misafirler hangi bina neymiş tanısın deyü. Sabah baktığım kitapta, Hukuka Giriş kitabıydı biliyorsun, muharrir bey anlatıyordu: İşte bu hukuk denen maddenin ne menem bir şey olduğundan, bunu neden yaptıklarından ve usulünden bahsediyor. Bunlar mevzubahisken anmadan olmaz, Harvard Üniversitesinin Hukuk Fakültesinden de bir kare koymuş. Bilmem nasıl bir gavurca isimli İngiliz bir filozofun Latince sözünü hakketmişler girişine: Non sub homine, sed sub deo et lege, yani İnsanın değil, Tanrı’nın ve Hukuk’un altında (insan yaşamalı) falan işte.”

“Ölü lisanla yüksek laflar, tam senin seveceğin işler.”

“Tabii ya. Diyorum ki hukuk fakültesine bunu, mühendislik fakültesine de “Geometri bilmeyen buradan giremez” lafını asalım, o da Platon’un akademisinde yazarmış biliyorsun. Hissederiz yaşadığımızı, insan medeniyetinin binlerce yıllık kültürünün omuzlarında olduğumuzu. Misafirler görünce bir tarafta “Non homine, sed sub lege” bir tarafta da, Yunanca bilmiyorum işte o lafın aslı neyse, laflarını bir hissederler ‘burada önemli işler oluyor’ diye, ha?”

“Aa tam hâlini asmıyorsun yani Latince lafın.” diye sordu Selma, neredeyse dikkatiyle tekebbüren.

“Nasıl yani?” Salman kendi laflarını Selma kadar iyi izlemiyordu.

“Bitirdin lafı ‘...sed sub lege’ kısmında. Tanrının ve hukukun altında yaşamıyor muyduk?”

“O Selma” dedi Salman, Farsi ismine tenakuzla tekmil-i İtalyanlıkla 

“Nonne audivisti? Mortuus est Deus!”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder