Beşiktaş vaporundan inerken bir şenlik havasının ilk saatleri karşıladı bizi. Yabancı bir manzara değil, daha önceki hafta metroda da, hatta bunun daha şiddetlisini, görmüştüm fakat insan öyle hemen alışamıyor böylesi bir coşkuya. İstikamete en yakın metro durağına bir şekilde varmaya çalışıyorduk. Kalabalığı yarmak şöyle dursun, kadim bir uygarlığı sulamaya taşmış bir Nil gibi sürüklüyordu bizi halkın durdurulamayan, coşkun seli; onların itkisiyle buluyorduk yolumuzu. Bir şekilde metroya bindiğimizde daha da yükselmişti şenlik: Kol kola şarkılar söyleyen vatandaşlar -alelade bir günde birbirlerinden tiksinir, metroda sehven temas etseler rahatsız olurlar-, refikinin maskesini düzelten arkadaşlar; yekdiğerini gözleriyle selamlıyordu herkes. Toplu taşıma, sonunda münasip bir amaca hizmet ediyor, o araçtaki herkes aynı istikamete gidiyordu. İstanbul şehrinde, iş çıkışı vaktinde öyle güler yüzlü insana tesadüf etmek zordur: Millet sevmediği işinden güç bela kurtulmuş, fazla pahalı evlerine bir şekilde varmaya çalışırken bir de illa ki bir yerlerden inandırıldığı uydurma bir sebeple nefret ettiği insanlarla burun buruna seyahat ederken iyice bunalır hayatından, illallah akar yüzünden. Fakat o gün bizimdi şehir. Sokaklar bizimdi, yerin üstü de bizimdi altı da. Vagonların sallantısı hem içindekilerin dansından, hem üstündekilerin zıplayışlarındandı. İstikamete yaklaşırken her durakta çığlıklarla karşılanıyorduk. Harpten dönen yaralı fakat gururlu, yorgun fakat hâlâ istibdada karşı azgın birer yığın en yüksek bir kardeşlikle istikbal ediyordu bizi. Literalman bayrak devralıyorduk adını bilmediğimiz kardeşlerimizden. Kızarmış gözleri parıl parıl. Morarmış omuzları dimdik! Üstlerindeki istibdat gazının ufunetini bastırıyordu istiklal aşkının ıtrı. Ve her şeyiyle hak edilmiş bir dinlenme için uğurladık onları. Annem yaşında bir kadın yaşlı fakat şen şatır gözleriyle elime tutuşturdu sallanmaktan yıpranmış bayrağını. "Sizin sıranız artık" dedi. İndik biz de metrodan.
İşte böyle bir manzara seyrediliyordu önceki hafta metro durağında. Durağın etrafını, asıl varağımızın ne biçim olduğunu anlatmıyorum bile. Ve bugün inerken vapordan, benzer hisler kıpraşmaya başladı içimde. Bir bayrak devir teslimi değil bu sefer, sanki desteğe yetişen bir alay asker! Bugünün debdebesi daha layıkıyla başlamamış, henüz daha gençler meydanda toplanmakta, etrafını saran üniformaları süzmekteydi. Meydanın etrafı İstanbul biçim, kat kat binalarla, balkonlu kafelerle çevrili. Biz ve seleflerimiz yetişip katıldıkça, kalabalık büyüdükçe sesi de yükseldi: Sıkıldı birkaç delikanlının canı, sesleri çıkmaya başladı. O kafe balkonlarına dönüp vicdanlarına sloganlar attılar. "Senin için geldik biz de/ Çok mu tatlı imiş kahve?!". Sonra bazıları utanıp kalkacak gibi olduklarında "Gel! Gel! Gel!" diye yeni, basit bir slogan yükselmeye başladı güleç dudaklardan. Onlar da katıldılar sonunda aramıza. Onları da sarmaya koyuldu üniformalar.
Meydan çepeçevre sarılı. Yalnızca üniformalarla değil, asıl alanın etrafı demirle boğulmuş. Meydanın ruhunu zaptetmeye çalışıyor istibdat, bir çelik kafese tıkacak kartalı.
...