5 Ağustos 2021 Perşembe

İnsan Nedir ve Egoizme Dair Mülahazalar

     Bu hafta Mark Twain’in “İnsan Nedir” adlı eseri okuyup tetkik ettik. İsminin Mezmur 8:4 ayetine atıfta bulunduğu (1) sanılan kitapta müellif, insanı ahlak ve tıynet özellikleri bakımından incelerken sokratik diyaloglar ile fikirlerini tartışmaya açma yolunu tercih etmiş. Kitap boyunca, nasihatkârane bir tavırla özgür irade ve determinizm kavramlarının etrafında dönen fikirlerini serdeden bir “Yaşlı Adam” ile belli ki asli vazifesi bu fikirlere karşı çıkıp gereken çelişkiyi, daha sonra bu çelişkiden çıkan tartışmayı ve nihayetinde bu tartışmanın da çözülmesiyle varılmaya çalışılan sonucu yaratmak olan bir Genç Adam’ın diyalogunu izliyoruz. Bu noktada yapılması gereken eleştiri, üzerinde durulan kavramların doğası gereği Yaşlı Adam’ın iddialarının asla tamamıyla kanıtlanamaması ve hiçbir tartışmanın mutlak bir ikna oluş ile bitmemesidir. Bu nihayetsiz tartışmalar hâlihazırda pek çok okur için yabancı ve hatta garip olan kimi mefhumların tümden münker kalmasına sebebiyet vermektedir. İmdi bu mefhumları izah edelim. 


Determinizm: Kâinatta olup biten her hadisenin maddi veya manevi sebeplerin zorunlu sonucu olduğunu ileri süren felsefi doktrin (2)

    Bilimsel yorumuna müspet ilimlerin büyük oranda istinat ettiği determinizm kavramının fizikî sonuçlarını, Newton Fiziği-Kuantum Fiziği ikiliği açısından ve Belirsizlik İlkesi kapsamında, yaptığımız söyleşide üstünkörü anmış olsak da kitap, kavramın ahlaki neticelerine odaklanıyor. İnsanın “bir makineden ibaret” olduğunu iddia eden Yaşlı Adam; yapılan, hissedilen, söylenen vs. her şeyin dış etkilerden kaynaklanıp “zorunlu” olduğunu söylerken iradenin bir illüzyon olduğunu ima ediyor. Yani Yaşlı Adam’ın iddiasına göre insan davranışları, belli girdiler ve komutlarla beslediğimiz bir bilgisayar programının edimlerinin daha komplike bir versiyonudur yalnızca. Bu “makinelik” her türlü edimin tümüyle haricî kaynaklı olduğunu savunduğundan; resim, şiir, müzik gibi her türlü sanat dalının en kreatif kabul edilen eserleri dahi eser sahibinin iradesinden, ilhamından zerrece kaynaklanmayıp yapmak “zorunda” olduğu birer eyleme dönüşüyor.


Psikolojik Egoizm: Egoizmin en popüler tasvirî dalı olup her insanın yegâne ve nihai amacının kendi gönenci olduğunu iddia eder. (3)

    Bu tanımdaki “Egoizmin tasvirî dalı” ifadesinden kasıt, Psikolojik Egoizmin (tanımını ayrı bir başlık olarak vermeyeceğimiz ancak Psikolojik Egoizmin kurduğu aynı cümleyi yalnızca “gereklilik” ile bağlayan Ahlaki Egoizmin* tersine) normatif olmayıp yalnızca var olan durumu tasvir ve izah ediyor olduğudur. Kitapta da Yaşlı Adam’ın iddia ettiği üzere insan, bir eylemi sadece ve sadece kendi çıkarı için yapar. Bu bir ahlaki sorun değil, basitçe insan denen makinenin çalışma düsturudur. Burada önemle vurgulanması gereken ve Yaşlı Adam’ın da her fırsatta istifade ettiği nokta, insanın “çıkarının” tanımlanmamış olup vaziyete göre istendiğince esnetilebilir olmasıdır. Örnek vermek gerekirse Yaşlı Adam bu esneklikten şu şekilde istifade eder: Egoist fikre karşı çıkan Genç Adam okuduğu bir kitaptaki adamın cebindeki son parasını biçare düşmüş yaşlı bir kadına nasıl verdiğini anlatıp bu eylemde hiçbir kişisel çıkar bulunmadığını ve adamın bunu yalnızca kadının iyiliği için yaptığını savunur. Yaşlı Adam ise basitçe, bu örnekteki adamın çıkarını kadının yüzündeki mutluluğun adamda doğuracağı olumlu hislerde, adamın hissetmediği vicdan azabında (zira zarardan kaçış da bir yarardır) ve o gece çekeceği iyi uykuda bulur.

    Anlaşılacağı üzere Psikolojik Egoizm kavramının sorunu, önemsiz ve ilgisiz oluşudur. Bundan kasıt, bu mefhumun bir iddiayla çıkagelmesi ancak haksız çıkarılmayı neredeyse çocukça bir tavırla reddediyor olmasıdır. Psikolojik Egoizm, yapısı gereği yanlışlanabilir olmaktan uzak olup bu özelliğiyle tamamen bilim dışıdır. Söyleşimizde de bazılarımızın değindiği üzere bu nedenlerden ötürü de hakkında konuşmak dahi beyhudedir. Ne iddianın doğruluk değeri tespit edilebilir ne de bu zaten muhayyel değer ile başka bir ikincil kanıya ulaşılabilir. 


    Velhasıl, üzerinde durduğu meselelerin mahiyetini ve bu meseleleri ele alış usulünü tümden tasvip ve takdir edemediğimiz bu eseri, ekseriyetimiz maatteessüf övgüye şayan bulamamış bulunuyoruz. Teşekkürler. 







Kaynakça

(1) https://en.wikipedia.org/wiki/What_Is_Man%3F_(Twain_essay)

(2) https://islamansiklopedisi.org.tr/determinizm

(3)* https://plato.stanford.edu/entries/egoism/#RatiEgoi


Sa'y-ı Mülhem

     Defter yaprağıyla buluşan bir katre kahvesiyle dünyaya döndüğünü hissetti Salman. Bereket, düşen damla önündeki kitaptan istinsah ettiği paragrafı lekememiş; yalnızca sayfanın altında koyu bir leke bırakmıştı. Ancak bu talihsizliğin yarattığı imperfeksiyon, onu yeniden içinde bulunduğu kafede hissettirmişti. Şöyle bir etrafına baktı: Aynı kampüste olduklarından simaen bildiği ancak şahsen tanımadığı birkaç on kişi arasında, kendi işgal ettiği masanın birkaç katı bir taneyi mesken edinmiş arkadaşlarını gördü. Kalabalık sayılırlardı. Daha beş, on dakika önce girdikleri kafede onu gördüklerinde Salman’ı da o geniş, oturaklı masaya davet etmişlerdi tabii ama onun üstüne vazife olmayan işleri vardı daha; belki bir arkadaşının sınavına yardım etmek için, belki kendisi bölüm değiştirmeyi düşündüğünden, ya da kim bilir hangi nedenden mühendis hâline bakmayıp bir hukuk fakültesi kitabını paralıyordu. Yüzünden defterini lekeleyen kahvenin ekşiliğini silmeden nazar ettiği o diğer masadan Selma’yla göz göze gelince komedinin ademinde ortaya çıkan ve belki de gülmelerin en güzeli olan bir gülmeyle baktılar birbirlerine.


    “Yaşamak lazım, azizem!” diye başladı birden söze Salman, önemli bir şey söylemediğini dost meclisindeki herkesin bildiğini bildiğinde takındığı bir ses ve vurguyla. Öyle bir konuşmaydı ki bu, aşina olmayanlara denk geldiğinde kendisini modern bir şeyh belleyecek olurlardı. “E yaşamayı da bilmek o zaman…” diye sözünü keserek ilavede bulundu Selma.

“Tabii, ne demiş üstad: “Her kim gerek öz işinde kâmil/ Âlem-i mevalid olsun pür akıl!” 

“Sözlerinin yarısı yalan” diye eğlendi Selma, “Uyduruyorsun.”

“O da uydurmuştu...”


    Oturdukları banktan yekinecek oldu Salman, üniversitenin rektörünü görünce. Sonra caydı, Selma’ya ayıp etmiş olmamak için ve anlatmaya başladı:

“Şöylece büyük, vallahi kocaman bir hukuk fakültesi var okulda. Fakat binası gayet sıkıcı, girişinde hiçbir şey yazmıyor. Ötesinde berisinde fakültenin adı asılıdır belki, o da misafirler hangi bina neymiş tanısın deyü. Sabah baktığım kitapta, Hukuka Giriş kitabıydı biliyorsun, muharrir bey anlatıyordu: İşte bu hukuk denen maddenin ne menem bir şey olduğundan, bunu neden yaptıklarından ve usulünden bahsediyor. Bunlar mevzubahisken anmadan olmaz, Harvard Üniversitesinin Hukuk Fakültesinden de bir kare koymuş. Bilmem nasıl bir gavurca isimli İngiliz bir filozofun Latince sözünü hakketmişler girişine: Non sub homine, sed sub deo et lege, yani İnsanın değil, Tanrı’nın ve Hukuk’un altında (insan yaşamalı) falan işte.”

“Ölü lisanla yüksek laflar, tam senin seveceğin işler.”

“Tabii ya. Diyorum ki hukuk fakültesine bunu, mühendislik fakültesine de “Geometri bilmeyen buradan giremez” lafını asalım, o da Platon’un akademisinde yazarmış biliyorsun. Hissederiz yaşadığımızı, insan medeniyetinin binlerce yıllık kültürünün omuzlarında olduğumuzu. Misafirler görünce bir tarafta “Non homine, sed sub lege” bir tarafta da, Yunanca bilmiyorum işte o lafın aslı neyse, laflarını bir hissederler ‘burada önemli işler oluyor’ diye, ha?”

“Aa tam hâlini asmıyorsun yani Latince lafın.” diye sordu Selma, neredeyse dikkatiyle tekebbüren.

“Nasıl yani?” Salman kendi laflarını Selma kadar iyi izlemiyordu.

“Bitirdin lafı ‘...sed sub lege’ kısmında. Tanrının ve hukukun altında yaşamıyor muyduk?”

“O Selma” dedi Salman, Farsi ismine tenakuzla tekmil-i İtalyanlıkla 

“Nonne audivisti? Mortuus est Deus!”