12 Haziran 2023 Pazartesi

Emansipasyon

    Son günlerde pek çok masada insanlara bıdaklıyorum her fırsatını bulduğumda ve, tabii ki, bu sohbetlerin hiçbiri manalı yerlere çıkmıyor. Ne yapsın insanlar, en fazla "Bence git konuş." demekten fazlası gelmiyor tabii ki ellerinden. Tekerrürden medhuş, takıntılı kişiliğim dolayısıyla bu zırlamaların her biri diğerinden farklı olsun diye genişçe bir iltifat listesi oluşturdum bilinç dışımda, ki -miktarı çok da yüksek olmayan- belli bir promil ile derhal her türlü emre amadedir. Bunların en yeni ve herhalde en şahsi olanlarında bir tanesi "Matematik kadar güzel!" lafıydı ki kişiliğimin müteşair taraflarının tamamen kapandığı bir anda söylenmiş, hüsün ve aşk anlayışımı güzel reprezante eden bir sözdü. 

    Her ne kadar yukarıda anlatılan ve benzeri söylemlerin hoş ve eğlenceli olduklarına inansam da bazı bazı ciddiye de alıyorum kendimi ve gerçekten düşünüyorum bu sevmek nesnesi üzerine. Hayır, blogda rahatça takip edebildiğiniz "sevme eylemi üzerine araştırmalar" kıvamındaki tefekkürlerden bahsetmiyorum; öyle hayatı bir mesire yeri gibi görmeyen, aksine her gün erkenden kalkıp işinin başına oturan bir adam gibi konuyu ele almaktan bahsediyorum. Yani benim çok uzun süredir olamadığım bir insan tipine öykünmektir şu söylediklerim. "Biz de gençliğimizde çok sevdik ama kaç yaşına geldin, hem uzattın da sen artık bu konuyu; hadi artık biraz büyü." diyen büyüklerin o benim için ne kadar anlaşılmaz olduğunu anlatmaya takatimin hiç olmadığı öğütlerini kastediyorum, ve bunların kaynağı olan hayata karşı tavrı. 

    Birkaç sohbette ve şiirde de bahsettiğim bir konu vardı: Bir kedi gibi yaşamak. Kendim ibda etmiş gibi davranmayayım, adını dahi hatırlamadığım bazı başka kaynaklardan çaldım bu fikri ama o zamandan beri beni o şirin fakat keskin pençecikleriyle sıkıştırmakta olan bir konsept bu. Kısaca bir kedinin asla stres olmaması, yarın başına ne geleceğinden korkmaması, iki hafta ömrü kaldığını bir şekilde bilecek dahi olsa günün yarısını koltuğun güneş gören bir tarafında yatarak geçirmekten nerahat olmayacaklığıyla ilgili bir hayranlıktı beni saran. Bense bütün imkanlarım, zekam ve insanlığım ile ne yüksek bir raddede zorlanıyordum yaşamakta bir bilseniz! -Aslında bu da hâlâ beni fasine etmekten bari olmayan bir meseledir; öyle ki bu sorun itikattaki fikri tereddüt çizgimin git gide incelmesinde pek şedit bir tesire dahi sahiptir: Merdüm-i dide-i ekvan olan âdem, nasıl kendisi için yaratılmış olan hayatı takip etmekte bu kadar zorlanabilir ya da (aynı meseleye daha teist bakacak olursak) icabında evrenin sırlarını didik didik etmek suretiyle fizik kurallarını eğen insanlık, nasıl ne yapacağını bilemediği için sıkılıp kendini öldürecek derekelere düşebilir? 

    İşte bir yanımı bu kedicil sevdaya kaptırmak üzereyken ve diğer yanım da insan olmanın mümkün olan en yüce sıfat olduğunu zihnimin en ücra yerlerine kazımaya uğraşırken nefs-i hürriyet-cuy u garam-aludemde bir başka fikir peyda oldu ki "l'amour émancipateur" diye frenkçe bir lafla mülahhastır. Akla gelebilecek her anlamınının kendinde mündemiç kabul edilmesini rica ettiğim ve Türkçesi "özgürleştiren aşk" olan bu söz ile ifade etmeye çalıştığım şeyi, geşt ettiğim deştte daha on dokuz senem kaldığı görüldüğünden dolayı sarahaten ifade etmekte gerçekten zorlanıyorum, ancak eski bazı hezeyanlarıma da istinat ederek herhalde üç beş cümle kurabilirim:

    Toyluktan farkını izaha lüzum görmediğim bir çocuksuluktan bahsetmiştim. Hatta pek önemli mısralardan olduğuna bir şekilde kani olmuş bulunduğum "Çocuksu biz insanlık arayınız hâlimde" sözü bunun şahikasıdır. Efendim buradaki çocuksuluğu araştırırken hiçbir şeyden korkmayan, diksiyonundan tek beklentinin anlaşılırlık ve davranışlarından tek beklentinin makul derecede usturupluluk olduğu bir sabiyi hatırladım. Bu çocuğun şakalarına komik olduğu kadar gülünürdü, yaptığı olmayacaklıklara gerektiği kadar tepki verilir ve kalbi kırılmazdı. Bu çocuk bir şeyi sevdiğinde aklından aynı zamanda korkulu ve tedirgin cümleler katiyen geçmez ve bu sevginin lazımesi neyse onu yapıp geçiverirdi. Her laf gibi bunu uzatmak da mümkün tabii -gerçi bu çocuk böyle uzatılmış laflardan da korkmazdı, muhatapları sıkılacak olduğunda ona yardım ediverip devam ederlerdi çünkü- ama hasılı bu çocuk kendi üzerine öyle çok fazla düşünmez, doğal olarak sahip olduğu bir insani bilgelikle yaşardı. Zannediyorum bu bilgeliğin sebebi odur ki bu çocuğun sevgi dolu bir annesi ve kaşları yalnızca hastanelerde çatılan bir babası vardı. İşte bu kabilden bir sevginin yokluğu yani ki değişimlerden korkmayan, yok yere suratı asılmayan ve lüzumunca asıldıktan sonra da biricik bir tebessümle tezehhür eden bir sevginin yokluğu insanı sosyetenin iğrenç kurallarıyla prangalayıp köleleştiriyor sanıyorum. Zira kimsenin kimseyi kendiliğinden ve özü için sevmediği bir ortamda her ferdin tekmil uğraşısı zamanın ruhunca belirlenmiş, ve bu makus doğası nedeniyle ekseriyetle iğrenç olan, birtakım içtimai kurallara riayet etmeye uğraşmakla geçiyor. 

    Geliştirmek lazım tabii bu lafları, görünen o ki önümüzdeki haftalarda aklımın bir köşesini bunlar işgal edecek. Ancak şu an da rahatlıkla söyleyebilirim sanırım: Platonik bir aşktan mahrum olduğumuz sürece köleyiz veya en azından ben, anladığım şekilde bir aşkta olmadığım sürece Aristotalyen bir doğal kölelik halindeyim. Ne sosyete içindeki hareketlerimde hürriyetten bir şemme var ne de tamamen kendi kendime yaptığım eylemlerde bu bağlayıcılıktan azadeyim, zira öğrendiğim ve meşgul olduğum şeyler bile daha sonra maruz kaldığım sosyalliklerde kullanabileceğim gune zerzevattan olmak zorunda eğer kuralları tümüyle yadsıyan bir serseri olmayı göze almıyorsam. 


    İnsan yaşamını kaburgalarını bir demir kafese tebdil edercesine sıkıştıran bir istibdat bu maruz olduğumuz. Hürriyetin yolu gayet açık, fakat hiçbiriniz istemiyorsunuz. 








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder