-"Sana neden Sitare diyorum biliyor musun?" diye sordu Yalım usulca ve Kardan'ın sorar
bakmasını bile beklemeden devam etti. "Gökyüzündeki güneşi düşün önce, sonra onu kaybettiğini. Ama korkma sakın, yalnızca gece olmuş. Öyle kararmış ki sema ve öyle terk etmiş ki
seni mâh, sırtını yere verdiğinde gözlerinin açık olduğundan emin olamıyorsun. Öylece uzanmışsın, odaklanacağı hiçbir şey yok felekte ve gözlerin avare
geziyor çaresiz. Bir de bu
kadar metruk olmadığını düşün. Göğün rengini
kaybettiği o kara zamanlarda en azından bakabileceğin bir nokta olan bir yıldızın olduğunu farz et. Öyle seviyor ki seni, Güneşten bile ziyade sana
olan sevisi. Zira Güneş seni korur gibi görünürken dahi seni kolaçan eden o küçük yıldız, günün gücü söndüğünde de orada bekliyor olur. Gecende, her şey
karardığında, hani o gördüğünden şüphe ettiğin vakitte, gözüne ışık olur o
yıldız. Belki yeryüzünü tümden aydınlatamaz hatta önünü görmene dahi yardım
edemez ama hâlâ görebildiğini ve görecek güzel şeyler olduğunu gösterir sana.
Ammavelakin; sen düştüğün zulmeti aydınlatmayı düşünmez, yalnız gözüne düşen
yegane o yıldız ışığının peşine düşüp gözünü bir ân dahi ayırmadan onu
seyretmeye başlarsan gözlerin yorulur zamanla. Öyle ki görüşün bulanıklaşır
belki ve o kara gökteki tek dostunu da kaybedersin.
30 Ağustos 2018 Perşembe
8 Ağustos 2018 Çarşamba
Halk ve Helak
Er
olsun olda efkâr bulunsun
Sûret
u dimağ haktan kurulsun
İsmal
hele şimdi Vurgun denil
Cümle
deryâ sana toprak değil
Kopsa
ayağın elden düşürme
Âb
şarab bilme dost meclisinde
Yanda
sen yanda Sultan-ı Yegah
Ağla
şiirle anlat tâ sabah
Bimana
hayat biçare dünya
Ne
tutar bizi ezmalihülya
Koca
cihanda bir küçük kürdan
Eşini
arar durur durmadan
Buldun
mükafat bir kısa ömür
İnsan
hiçten gelir hiçe ölür
Şaraptaki
hak göründü bana
Mest
oldum ondan sanarsın dünya
Erkin
acun ile esrik mecnun
Aynı
bağsızlık herkes nâmemnun
Bir
serdar gerek hükümdar-ı âlem
Der
cühela müdam varız madem
Var
var olsun da yokken n'olacak
Yoktan
var olan vardan yok ol'cak
Yoku
varlayan da yoktan gerek
Nedeni
nedene neden gerek
Neden
neden neden diye ağla
Ben
ve ben ve ben duyulur arşta
6 Ağustos 2018 Pazartesi
Esrik Sak
Okumak üzre olduğunuz kısa öykü ekonominin, devlet yönetiminin ve siyasetin benim hayalimdeki gibi çalıştığı bir ütopyada geçmektedir. Yani işler benim istediğim gibi olsaydı muhtemelen böyle şeylerin yaşandığı olurdu.
Sigarasının son nefesini üflerken boş boş duvara bakıyordu Sak. Saatlerdir aynı pozisyonda oturuyordu. Başta ona sesiyle eşlik etsin diye televizyonu açmış ama içtiği haddi hesabı olmayan ot sonucunda o yalnızlığını örtmesini umduğu gürültüye katlanamaz hâle gelmişti. Sesi kısılmış ama hâlâ görüntüyü oynatan ekrana takıldı bir ân gözleri. İş imkânları dağılımının nasıl değiştiğini ve insanların yapması için hangi mesleklerin ülke için daha uygun olacağını anlatan bir habere denk geldiğini okuduğu altyazıdan anladı. İdrak yetisi azalmış beynine bunu kendi açısından da düşünmesi için biraz zaman verdi. Aylardır, belki yıllardır, işsizdi, fırsat olmadığından değil tabiî istemediğinden. Yine de en kaliteli otlardan içip harika bir evde oturduğunu düşündü bakışlarını penceresinin hemen ardına serilmiş deniz manzarasına kaydırırken. İstediğini alabiliyordu, hiçbir şey vermek zorunda değildi. Cebinde beş kuruşu yoktu ama zaten kimsenin parası yoktu. "Para" yoktu. İnsanlar diğer insanlardan aldığı şeylerin karşılığı olarak çalışıyordu. Ne kadar insan başkası için çalışırsa kendileri için de aynısı olacağı için kendi hayatları refahlaşacaktı. Sak'ınsa hayvanî dürtünlerini tetikleyen şey bu son kısımdı: Ya başkaları onun için çalışırsa ve o basitçe hiçbir şey yapmamayı tercih ederse. Kimse onu çalışmaya ya da başka herhangi bir şeye zorlayamazdı, zatî onu zorlayacak ondan güçlü tek güç emniyet güçleriydi ki onlar yalnızca başkalarına yaptığı bir şey için onu cezalandırabilir yahut tutuklayabilirlerdi. Eğer yalnızca yapmamayı seçerse, kimse ona dokunamazdı.
Sigarasının son nefesini üflerken boş boş duvara bakıyordu Sak. Saatlerdir aynı pozisyonda oturuyordu. Başta ona sesiyle eşlik etsin diye televizyonu açmış ama içtiği haddi hesabı olmayan ot sonucunda o yalnızlığını örtmesini umduğu gürültüye katlanamaz hâle gelmişti. Sesi kısılmış ama hâlâ görüntüyü oynatan ekrana takıldı bir ân gözleri. İş imkânları dağılımının nasıl değiştiğini ve insanların yapması için hangi mesleklerin ülke için daha uygun olacağını anlatan bir habere denk geldiğini okuduğu altyazıdan anladı. İdrak yetisi azalmış beynine bunu kendi açısından da düşünmesi için biraz zaman verdi. Aylardır, belki yıllardır, işsizdi, fırsat olmadığından değil tabiî istemediğinden. Yine de en kaliteli otlardan içip harika bir evde oturduğunu düşündü bakışlarını penceresinin hemen ardına serilmiş deniz manzarasına kaydırırken. İstediğini alabiliyordu, hiçbir şey vermek zorunda değildi. Cebinde beş kuruşu yoktu ama zaten kimsenin parası yoktu. "Para" yoktu. İnsanlar diğer insanlardan aldığı şeylerin karşılığı olarak çalışıyordu. Ne kadar insan başkası için çalışırsa kendileri için de aynısı olacağı için kendi hayatları refahlaşacaktı. Sak'ınsa hayvanî dürtünlerini tetikleyen şey bu son kısımdı: Ya başkaları onun için çalışırsa ve o basitçe hiçbir şey yapmamayı tercih ederse. Kimse onu çalışmaya ya da başka herhangi bir şeye zorlayamazdı, zatî onu zorlayacak ondan güçlü tek güç emniyet güçleriydi ki onlar yalnızca başkalarına yaptığı bir şey için onu cezalandırabilir yahut tutuklayabilirlerdi. Eğer yalnızca yapmamayı seçerse, kimse ona dokunamazdı.
Bunu ilk düşündüğünde kendini dünyanın, ya
da ülkenin arada pek bir fark yok, en akıllı adamı gibi hissetmişti. Dışardan
baktığında bütün gün yiyip içebileciği mükemmel rahatlıkta bir hayat olarak
görmüştü, işsiz bir tanesini. Haftalar boyunca arkadaşlarıyla gezmiş, tozmuş,
içip eğlenmişti. Fakat bir süre sonra bu alçak hazlar onu doyurmamaya
başlayınca, vaktiyle okuduğu kitaplardan ve şahit olduğu olaylardan bu hazların
daha yoğunları peşinde koşmanın kendini ne denli korkunç bir buhrana atacağını
da bildiğinden, daha fikrî ve daha yüksek hazlar aramaya başladı. O vakitlerde
koşuk okumayı çok severdi ve baskı yapmakta olan yayınevlerinden rica ettiği
her türlü betiği alabiliyordu. Okudukça kendi zihninde de kafiyeler uçuşmaya
başlamıştı ve bunları insanlarla paylaşmaya başladığında hızla sevilip kendi
bölgesindeki en ünlü erenlerden biri oldu.
Bunları düşünürken hüzünlendiğini fark
etti. Ne zamandır şiir söylememişti. Neden sonra kafiye düşürmenin onun yaptığı
iş olarak görüldüğünü fark etmişti. Yeni tanıştığı insanalara hâlini anlatınca
ona sanatkâr gözüyle bakıyorlardı. Bu ün onu birden soğutmuştu. "Benim bir
işim yok, o diğerleri için çalışan enayiler gibi değilim!" diye
düşünüyordu. Bir çaba sarf ettiği yoktu ama üstüne vurulan bir
"çalışan" damgası onu tiksindirmiş ve eve kapatmıştı. Uzun süre düşük
hazların aşağılıklarından ve sahip olduğu en büyük yüksek hazzın da elinden
alınmasına ilenmekten başka bir şey yapmayarak yaşadı. Okumayı bırakmamıştı tabî
ama tüketici olmanın artık ona yeterli gelmediğini hissediyordu. Beynindeki
ozan ona uyaklar çığırıyor ve bunları sözlemesi için yalvarıyordu. Daha doğrusu
uzun süre öyle yapmıştı, Sak içtiği otlarla onun nefesini kesene kadar.
Yakın zamanda onu terk eden sevgilisi geldi
aklına. Ona yalnızca Konçuy derdi, öyle ki nerdeyse asıl ismini unutmuştu. Her
gün saatlerce atölyesinde heykeltıraşlık yapardı. Aldığı mühendislik
derslerinden bir tanesinde yaptığı eskizin görkünü fark eden bir müderrisi onu
daha fazla çizmesi için teşvik edince bu dalda ne kadar yetenekli olduğunu fark
edip konuya hakim insanlarla daha çok hemhal olmaya başlamıştı. Sak'la da
tanışmasını sağlayan bir arkadaşı sayesinde yontu yapmağa başlayıp bu işe ne
kadar düşkün olduğunu ayırt edince mühendislik okulunu bırakıp kendini bu
sanata adamıştı. Zamanla Sak ile birlikte yaşamaya başlamıştı ancak ilk
öylerden beri onu rahatsız eden Sak'ın bu işsizliksever hâli, Sak sırf "meslek
sahibi" damgası yememek için şiiri bile bırakınca onu iyice çıldırtmış ve
aşık olduğu adamı bırakmaya zorlamıştı. "Neden bu kadar direttiğini
anlamıyorum, Sak." demişti ona, "Yaratmanın verdiği hazza sen de
benim kadar hayransın ama sırf yaratını diğer insanlara bahşetmek zorunda
olmadığın için bu hazzı geri tepiyorsun. Hiç mi minnet duymuyorsun ki zevkli
bir mihneti çekemiyorsun?"
Etrafına baktı. İçine çektiği, soluduğu her
nefesle ciğerlerini doldurduğu havanın ne kadar berbat koktuğunu bir kez daha
fark etti. Belki haftalardır yerleri oynamamış kıyafet yığınlarına baktı.
Elinde külleşmekte olan sigarasını çöp kutusuna fırlatıp ayağa kalktı. Evde ne
kadar pencere varsa açtı o dehşet kokuyu dağıtmak için ve zevk için yığınlardan
birine tekme attıktan sonra kapıyı araladı. Cebinde anahtar taşımak
istemediğinden kapı kıynışık kalsın diye önüne bir ağırlık koydu ve vaktiyle
yazıhane olarak kullandığı arkadaşı Belge'nin atölyesine doğru yola çıktı.
Kapıyı açık bıraktığı da arkasını döndükten sonra bir daha aklına bile gelmedi.
Hırsız mı girecekti sanki? Kim bir şeyi neden çalmaya çalışsın ki?
23 Haziran 2018 Cumartesi
Yalnızlığa Dair
O saraylarda yaşayan müsterih adamın söyleyecek neyi var ki. O umursamaz adamın… O hayalperest, o gâyesiz adamın içinden ne çıkabilir ki.
Ama silahlansa birisi, koparsa o kimsesiz adamın uzuvlarını bir köpek gibi, belki ağlar o adam kay gibi, belki öfkelenir yâr gibi. İçinden hiçlik dökülür o değersiz adamın aynı diğer herkes gibi.
Ya da yine silahlansa birisi, bu sefer sözleriyle. Etse peykân u lâfân ile cânu müştâk, eh yani gözüyle sözüyle âşık etse bu kuş gönüllü adamı, yalnız duruşuyla bakışıyla, o kemâletiyle değil yani, acaba dünyâlar mı dökülür o silahlının oklarıyla delik deşik olmuş kuşun bağrından bir hazine sandığı gibi, yoksa bu fakir adamın gönlü mü cevherdir de elde kalanlar değersiz elmas kırıkları olur.
O anlatacak deryâları olan ve onlar için saatlerce konuşan adam, sonuçta hiçbir şey anlatmaz ya laf işte, kitaplar yazsa yalnızlığı üzerine o sayfalar davacı olup hesap sormadıkça kim karşı gelebilir ki ona, hele de o yüzlerce sayfayı dolduran adamın fikrini dolduran "O" bu sayfalara bakmazken bile.
Öfkelenme, kaç! Mahalleler, şehirler, ülkeler, dünyâlar, doğumlar, ölümler gör. Göremezsen kendi ölümlerini yarat ama işleme. Başkalarından, özellikle de devletten yemek alacak kadar onursuz değilsin. Git burdan.
Ama silahlansa birisi, koparsa o kimsesiz adamın uzuvlarını bir köpek gibi, belki ağlar o adam kay gibi, belki öfkelenir yâr gibi. İçinden hiçlik dökülür o değersiz adamın aynı diğer herkes gibi.
Ya da yine silahlansa birisi, bu sefer sözleriyle. Etse peykân u lâfân ile cânu müştâk, eh yani gözüyle sözüyle âşık etse bu kuş gönüllü adamı, yalnız duruşuyla bakışıyla, o kemâletiyle değil yani, acaba dünyâlar mı dökülür o silahlının oklarıyla delik deşik olmuş kuşun bağrından bir hazine sandığı gibi, yoksa bu fakir adamın gönlü mü cevherdir de elde kalanlar değersiz elmas kırıkları olur.
O anlatacak deryâları olan ve onlar için saatlerce konuşan adam, sonuçta hiçbir şey anlatmaz ya laf işte, kitaplar yazsa yalnızlığı üzerine o sayfalar davacı olup hesap sormadıkça kim karşı gelebilir ki ona, hele de o yüzlerce sayfayı dolduran adamın fikrini dolduran "O" bu sayfalara bakmazken bile.
Öfkelenme, kaç! Mahalleler, şehirler, ülkeler, dünyâlar, doğumlar, ölümler gör. Göremezsen kendi ölümlerini yarat ama işleme. Başkalarından, özellikle de devletten yemek alacak kadar onursuz değilsin. Git burdan.
19 Ocak 2018 Cuma
Bir Küçük Fabl
Batur'un Öcü
Batur bütün gün yaprak yediği, hayatını
yaşadığı, sıradan günlerden sanıyordu o pazar gününü. En iyi arkadaşı olan
Mergen daha evvelsi gün kuluçkaya yatmıştı. Kuluçkadan çıktığında ne kadar
güzel görüneceğini, ne denli şaşalı kanatları olacağını öyle ballandıra
ballandıra anlatmıştı ki Batur o günü sabırsızlıkla bekliyordu. Lâkin işler hiç
de umduğu üzre gerçekleşmedi. Bir anda acun sallanmağa başladı sanki. Batur ve
Mergen'in kozasının üzerinde bulunduğu da dahil görebildiği değme nebat, bir
sırayı izlermişçesine, kendini sağa sola atıyor, adeta dans ediyordu. Ancak
eğlence için raks etmekten çok dayak yermişçesine yere çalınıp kalkmağa
benziyordu yaptıkları. Batur başlarına
ne geldiğini anlamağa çalışırken sol yanından bir ezilme sesi duydu. Mergen'in
kuluçkasının bağlı olduğu dal kopmuştu! Batur'un duyduğu onun yere çarpma
sesiydi.
Bir tırtıl ne kadar hızlı koşabilirse o
kadar hızlı koştu Mergen'in yanına. Mergen henüz ölmemişti ancak yaşar bir
görünüşü de yoktu. Zaten kuluçkada olduğu için kötü durumda olan bedeni
çarpmanın etkisiyle parçalanıp daha da vahim bir hâle gelmişti. Batur,
Mergen'in ahvalini anlamlandırmağa çalışan, dehşet içindeki bakışlarına daha
fazla dayanamayıp oradan uzaklaşmağa çalışacaktı ki gözleri göğü kaplayarak
üzerine gelen bir karartı gördü. Batur öldüğüne emindi ve yalnızca Mergen ile
ölmenin onun için sorun olmayacağını düşünebiliyordu. O an haykırdı gözlerini
kapatarak:
-Öyleyse şöyle derim/ Dostluğun bengi
kalması lazım gelir/ Ecel kapıyı çalınca dağ olsa erir/Ödün gelince ödün
patlasa boş gelir.
Ancak o an bir tansık olmuşçasına üzerine
yaklaşan karartının biraz yanına düştüğünü gördü. İşte o an anladı başına bu
felaketi getiren melanetin ne olduğunu çünkü o yeri inleten şey bir ayakkabı
idi. İnsan! Değme şey o an oturdu Batur'un öğünde. Gırtlağı yettiğince çığırdı,
ilendi kişi oğluna. İnsanı kargıdı ki elinden gelen yegane şey bu idi.
Oradan kurtuldu Batur. İnsanın o dev
ayakları, saldırgan elleri onu bulmamıştı. Ona bir dağa tırmanmak gibi gelen
bir yolla bir kayanın tepesine çıktı. İnsanları müşahede etti. O arkadaşını öldüren, evini yıkan insanları.
Tam öfke ve kederden gözyaşlarına boğulacaktı ki duygularını altüst eden bir
sahne ile karşılaştı. Kişilerin birisi diğerinin arkasına kaçmış, öte yana
doğru onu çekiştirerek bağırıyordu "Arı var! Arı var gidelim." diye.
Batur müşahedeye devam etti ma kişilerin arıya alerjileri olduğu ayyuka çıkınca
beyninde bir şimşek çaktı. Artık üzgün değildi. Tüm hüznü ve ökesi öç arzusuna
dönüşmüş idi.
"Bu, kişioğlundan öcümüzü almamız için
bir şans. Tüm ölmüşlerinin tinini rahatlatacak bir hamle yapacağız." Batur
işte bu sözlerle Ece'yi, civardaki en büyük arı kovanının kraliçesi ve Batur'un
bilişi, yanına çekmeğe çalışıyordu insanlara karşı. Batur tam kafasında kurduğu
o uzun konuşması ile Ece'yi ikna etmeğe çalışacaktı ki Ece hiç duraksamadan
öneriyi kabul etti.
"Bilirsin Batur," diye kendini
açıklamağa başladı. "İnsanoğlu bana da nice zulümler etti. Eski kovanımı
yere çaldılar. Evsiz bıraktılar beni ben daha yeni doğmuş bir işçiyken. Ne
uğurlu imişim ki o sırada kovanda değildim. Kanatlarımı nasıl kullanacağımı
bile henüz bilmediğimden dışarıda uçmağı öğreniyordum özge arılara öykünerek.
Harap hâlde gezinirken bir başıma, bu kovana denk geldim ve sağ olsunlar buyur
ettiler beni. Lâkin hayatımın o demi kargaşa doluydu. Bütün o entrikalar,
hainlikler, planlardan sonra kraliçeye gitmesi gereken arı sütlerini içen ben
ona hasım olacak kadar evrilmiştim. Savaştım onunla ve kazandım. Görüyorsun
artık eskisinden daha faik bir konumdayım ancak kesinkes diyebilirim ki
müsterih değilim. İhanetle alınan güç uzun süre barınmaz yeni sahibinde. Bunu
korkusuyla yaşamaktan nefret ediyorum ve bu tamamıyla insanoğlunun suçu. Söyle
bana bu kin ve öfkeyle nite almam intikamımı? Bana biraz müsaade et ordumu
toplayayım."
İşte küçük ahali böylece ayaklanmıştı
kişioğluna karşı. Ece ordusu toplamış Batur'un gösterdiği yolu izliyordu
ordusuyla. Onun için can vermeye dünden razı yüzlerce eriyle öç almağa
gidiyordu. Sonunda buldular insanların evini. Batur'un arkadaşını öldüren
adamalar bahçede oturmuş eşleriyle yemek yiyor, gülüp hasbihâl ediyorlardı.
Batur, Ece'ye doğru geldiklerini söylemek için arkasını dönmüşken Ece'nin onu
hiç beklemeden erlerine saldırı emrini verdiğini gördü zira o da tanımıştı
bahçedeki adamları. Erler insanların çığlıkları arasında bahçede akın ederken
Ece Batur'un yanına inip olanları izlemeğe başladı bir kayanın üzerinden.
Saldırının sonuçları dehşetti. Bir anlık hercümercin ardından insanların
bağırışları boğuklaşarak dinmişti ve bedenleri bir bir yere yığılmıştı. Erler
ise utkularını kutlayamadan ölmüşlerdi zira arıların iğneleri iç organlarına
bağlıdır bu yüzden birini soktuklarında iğne iç organlarını parçalayarak onları
öldürür. Olanları anlamağa çalışan Batur düştüğü dehşetten konuşamaz olmuştu
ancak Ece'nin gözleri utkuyla parlıyordu. "Gidelim Batur," dedi
yavaşça. "Öcümüzü aldık"
Alegorik Bir Öykü Denemesi
Bilge'nin Tegayyürü
Bilge, bir çocuktu insan olmayanların
dünyasında on beş yani insanın insan olduğu yaşta. Yüzünü yıkadıktan sonra
aynadaki yansımasını gördü. Kulaklarına baktı. Upuzun içi pembe dışı gri
rengiyle eşek gibi kulakları vardı. Hatta gibisi fazla bildiğin eşek
kulaklarıydı onlar! Sınavlardan kötü not alınca hep böyle olurdu. Okuldaki o
baykuş onlara hep bağırırdı.
Sokağa çıktı. Okul yolunu tuttu yine ve
yolun karşısındaki inşaatta çalışan eşekleri gördü göz ucuyla. Hemen
kafasındaki eşek kulaklarını gizledi utançla. Onu gören yaşlı bir pars yanından
geçerken "Merak etme yavrum eğer sen okur çalışırsan başımızdaki tazı
sayesinde şu eşeklerin haline düşmezsin." dedi ve bir cevap beklemeden
gitti. "Ne tazısı be!" diye düşündü Bilge. O adam kesinlikle bir
domuzdu. Aklına okulda arkadaşlarıyla siyaset konuşurken teninin pembeleşmesi
ve kuyruğunun çıktığını hissetmesi geldi. O an konuşmayı kesmişti dönüştüğü
şeyden korktuğu için.
"Haberleri izledin mi? Şu üniversitede
yine kavga çıkmış. Bozkurtlarla develer birbirine girmiş." dedi Bilge'nin
arkadaşı Mehmed. O bir sivrisinekti ve sağda solda ne işitmişse anlatırdı
arkadaşlarına. "Rektör ne demiş bu konuda? Gerçi o karga yalnız parasına
bakar. Umursamamıştır bile yaralanan öğrencileri." dedi Bilge. Mehmed
başıyla onaylamakla yetindi.
Bu bozkurtları da yalnız kendileri sever.
Alem düşman olmuştur onlara ve
bundandır özellikle ,garip bir
aksanla konuşan, tilkilerin onları besleyip durması. Tilkiler artık acuna hükmediyorlar. Kral aslan yaşlandı ve öldü. Onun koruyuculuk yaptığı bozkurtlar da tilkilerin nazarında aynı
akıbete layık.
Bilge eve dönerken yolda iki tane sırtlan gördü. Yüzlerindeki rahatsız edici gülümsemeyle yolun karşısında yürüyen bir atı
izliyorlardı. Bir anda atıldılar o yöne doğru sırf kımız almak için. Bu keşlerin hayattaki tek şeyi içtikleri alkoldür. İçkiye paraları kalmadığı vakit sarhoş eden
diğer maddelere sarılırlar. Tehlikeyi fark eden dişi at kurtulmak için koşmaya başladı ama sırtlanlar önce başlamıştı koşmaya ve zavallının iki
yanını sararak ona kaçış şansı
bırakmadılar. Bilge durumun ciddiyetini anlar anlamaz atın yardımına koştu ve
tam o sırtlanlarla boğuşurken ara sokaklardan birinden iki bozkurt çıkageldi. Bozkurtların gölgesinden bile dehşete düşen sırtlanlar korku içinde kaçıştılar.
"Sen kimsin çocuk? Dost musun düşman
mı?" diye sordu bozkurtların daha iri olanı. Bilgenin daha sonra öğreneceği üzere adı Fırat'tı. Bilge olayı anlatmak için ağzını açmıştı ki dişi
at "Ah çok sağol küçüğüm. Belki sen zaman kazandırmasaydın bu yiğitler gelip beni
kurtaramayacaktı." diye teşekkür etti. Bunu duyan Fırat, Bilge'yi kendi örgütlerine almak
istediğini söyledi. Öteden beri bozkurtlara büyük saygı ve ilgi duyan Bilge bu teklifi reddetmedi ve takip eden 2 ay
onlarla yürüyüşlere gitti, sohbetler etti ve daha niceleri.
Fakat her geçen gün onlara benzediğini fark etmiyordu.
Bilge uyandı. Yüzünü yıkamak için yataktan çıktı ama
direkt yere yapıştı. Ne olduğuna bakmak için yere baktığında dört
ayak üstünde olduğunu gördü. Hemen boy aynasına döndü ve koyu gri
kıllarıyla, üstünde durduğu dört ayağıyla, uzun dişleriyle tam bir bozkurta dönüşmüş olduğunu gördü. Dünyası yıkldı bir an. Koşarak Fırat'ın yanına
gitti. Fırat onu görür görmez "Vay kardeşim sen de artık bizden
birisin!" diye selamladı onu. Bilge "Hayır!" diye bağırdı.
"Hayır ben sizden falan olmak istemiyorum. Ne bozkurt ne eşek ne domuz ne
de başka bir şey. Ben sadece insan olmak istiyorum. Sadece insan…"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Bak en güzel ben severim seni senin dilinde Sınırsız, kısıtsız bir sevmeyle Kalemle isimleri öğrenmemiş gibi daha Yıldızların sayılamadığı b...
-
"Zelzeleler ve çığlıklarıyla halkın Handesi hep tezahür eder o hâkin" Dudaklarıdır dağlar dünyanın Ve bir tebessüme teşebbüst...