28 Kasım 2022 Pazartesi

Musahabe-i Aşk

     Kadıköy. Önemsiz bir ara sokak barı. Günden mi, saatten mi yoksa mekânın namından mı bilmem kimsecikler yok oturdukları katta; basit şakalar dönüyor, müzik sesi uzak bir kaynaktan geliyor. Kadın köşede sedire kurulmuş, adam karşısında rahatsız bir taburede hâlinden gayet memnun. İkisinin de aklından geçmemiş daha orta bir masa seçmek, muhtemel yeni gelenlere yer bırakmak nezaketinden mi yoksa işgal isteksizliğinden mi belli değil. 
    Kadın semte de mekâna da daha hakim, bundan olsa gerek rahat duruşu. İlk içkide gündelik işlerden, evvelce anılmış meselelerden bahsedildi; saçının yeni rengi tek cümlede tespit ve takdir edildi.
    Adam her yerde yabancı. Yolu taşradan asla geçmemiş gözlerinin ardında bir şekilde büyük şehre gelmiş bir köylünün girgin merakı ve özgüvenine sahip ruhu. Bu yüzden nevzuhur çehreleri çay dahi içerken içindeki ateşle ısıtabiliyor fakat dostlarıyla yalnızca ikinci içkide paylaşabiliyor aşkını. Âşıklığı teslim edilince düşük cümleler kurarak tasvire girişmesine müsaade edildi:
    "Ben kendi sandalyemdeyim işte yine aynı sersebük duruşumla -o zamanlar pek iyi zamanlar değillerdi, biliyorsun, anmıştım bir başka sohbette ki orda da şekerli kahveler içip "kimi kişilerden" konuşmuştuk- karşımda -şöyle çapraz düşün, aman ayağına dikkat- genişçe bir masanın, belki beş altı kişi varız, önemsiz olması gereken bir kenarı, ki yuvarlaktan bir taneydi, zat-ı şahanesince süslenmiş, önemlenmiş, kibirlenmiş; sanki sandalye sandalyelikten kurtulmuş, çünkü bak dinle: hafif kaykılmış bir postürü vardı, başının umursamaz dikliğine hafif tenakuzu pek münasipti, yani zerrece tenezzül etmezdi efendim naza, işveye; isminden nefes almış dalgalı saçları vardı, güzelcene örtmüştü kulaklarını, her parçası karar verilmiş, işlenmiş gibiydi imanım -Monet de yanmış bir başka illetten de küllerini dizmiş sanki üst üste-; aman ustam, kül demişken 'hayaldendi!' diyorum, hayaldendi kaşları inan, her muyine bir ayet hat çekmiş Fikret -aman ben de kaptırdım kendimi, affet-. ekose bir gömlek üstünde -hani gün kış günü, üşümesin diye kalınından- içinde bir atlet var, bildiğin atlet ama en yalınından! görsen inanmazsın da söylesem dinlersin: kalktı çıkardı üstündeki gömleği, astı efendim saldalyaya! oldu mu sandalya benden memnun, çaktı mı zihnimde iki şimşek mısra marangozuna..."
    "Bırak marangozu şimdi sen; ne oldu, ne gördün sonra?"
    "Bir halt olmadı da ben gördüm efendim: ağır ağır sesinin gülüşlerinde incelişini gördüm, yuvarlacık yüzünün ibtisamını gördüm, o sırada ufarlacık burnunun kırışışını gördüm; gördüm ki hâlen de görmekteyim."

    Nefes aldı kadın. Yorulmuşlardı. Tabağındaki türünü anlamadığı peynirden bir parça aldı. Utanıyordu ama mecburdu. Gözlerini zeminden güç bela masaya kaldırdı önce. Sonra kısa bir süre adama doğrudan baktı ve sordu: "Neden? Nasıl?" Adamın şaşkın ifadesiyle devam etti sormaya: "Neye âşıksın böyle? Bunca görünmezler ve görünmemişler içinde neye müteveccih ki senin şiddetin? Anlamıyorum..."
    Bir an kırıldı adam. Kendisine güç verecek bir fikir aradı, sohbetin ruhuna münasip bir tane bulamadı. Sonra görecek oldu bir an okyanusa karışma hasretiyle kilometrelerce uzanan bir sahil gibi ruhunu. En nihayetinde kumdu, kırılsa ne yazar? Bu hayalle doğruldu boynu. Fikirlerini saatler süren birkaç saniye tartıp taktir etti: "Hiçbir şey yok ki gördüğümde aşkıma herhangi bir şekilde halel getirebilsin." Sonra çocukluğu baskın geldi yine de ve lafı uzatmaya başladı: 
    "Sen nelerinden bahsedebilirsin bana maşukunun, seni ona âşık eden? Küçük huyları mı, geçirdiğiniz güzel zamanlar mı, ince beli mi, karışık sakalı mı, güzel göğüsleri mi, vakur duruşu mu, terbiyeli oturuşu mu?.. En pür bir sevmeyle seviyorum ben. Çünkü ulviyetten bütün merdudiyetime rağmen görmediğim şeyleri de sevebilirim ben."
    "Peki nedir bunun kaynağı?"
    "Onun cevabı şiirlidir, şuurlu bir cevap veremem, bağışla! Fakat inandığım birkaç şeyden bahsedebilirim yine de. Evvela insan olmak! Gülme yahu, tabii ki bununla alakalı aşk da, diğer her şey gibi. İnsan olmaya çalışıyoruz, biz, benim 'insan' demeye erinmeyeceğim insanlar. Lakin hayli zor bir meşgale bu, hiçbirimiz tam bir insan olmayı başaramıyoruz. Doğumumuzdan itibaren kazılı bu bizim dünyayı algılayışımıza ki kendimiz kendimize yetemiyoruz."
    "Yetersizlik kompleksi? Istılah mı türeteceksin yine." dostane dialoglarını vurgulayan sırıtışıyla.
    "Yok." diye devam etti adam, "Bu sefer değil, çünkü her beşerde olduğunu iddia edeceğim bir haslet bu; öyle kimilerinde bulunan bir nevi illet değil. Prematüre doğar insan evladı, bilirsin, öyle fark etmemiş gibi doğuran kısraklar misali değil böylesi sancılı doğrum yapmamız bununla ilgili -aman şimdi bana biyoloji anlattırma-. Fakat o kadar radikal bir etkisi var ki bunun insan için! İlk birkaç sene, o da en azı, anneye doğrudan bağımlı yaşıyoruz her birimiz. Beynimizin ilk geliştiği, idrakimizin iptida ettiği yıllarda maderle müşterek yaklaşıyoruz etrafa. Tek başına hayatta dahi kalamayan canlılarız ve, aslına bakarsan, bu yetişkinliğe eriştiğimde dahi değişmiyor. Yetişkin bir insanın vahşi doğada hayatta kalması bir bebeğin ev şartlarında hayatta kalmasıyla aynı zorlukta neredeyse! Yekdiğerimize canımızla muhtacız. Öyle Batı'dan duyduğum 'Anne babasından zamanında gerekli takdiri görmemiş insanların gelişimini tamamladıktan sonra da duygusal olarak harici bir validasyona muhtaç kalmaları ve bütün hayatlarını bu ihtiyaç etrafında teşkil etmeleri' gibi bir anlatı değil asla bu! Evet, belki en literal anlamında bu da bir travma -zira hatırla, doğrudan 'cerh, yara' demektir travma- fakat bu iyileşmesi için çabalayacağımız, merhemler fülan hazırlayacağımız bir ceriha değil; kulak ve burun boşluklarımız gibi tıynetimize içkin ve değişmeyecek bir boşluktur. 
    "Ayrıca mecburiyetleri bir kenara koyarsak da insan, yalnızca hayatta kalmak için değil, insan olmak için de diğerlerine muhtaçtır. Bizi hayvandan ayıran özelliğimiz lisansa, mevzu o lisanın mevcudiyeti değil gayesidir. Yani insan yalnızca 'konuşan hayvan' değil, 'iletişim kuran, anlaşan ve toplaşan hayvan'dır. Yalnız bu sayede bir toplamdan ibaret olmayıp bir toplum teşkil eden kümeler oluşturabiliriz. Lisanını girift fikirler tesis edip bunları muarızıyla tartışmak için kullanmayan, bir sosyete oluşturup yine kompleks yapılar yaratmayan kişiler vazifelerini yerine getirmemektedir. Öyleyse diyoruz ki fert, tek başına insan dahi olamaz."
    "Güzel konuştun hümanist, de, bunun ne ilgisi var senin aşkının garipliğiyle?"
    "İşte benim gibi hayatının birincil amacını 'insan olmak' kabul eden biri için bunun çok müessir sonuçları var! Âşık olma işini karşımızdakini bizim zaten sahip olduğumuz bazı kalıplara sokuşturmaya çalışmak ve bir kimse aşağı yukarı oturunca da onun doğru kişi olduğuna inanmak olarak görmüyorum. Bir tam oluşturmaya çalışan iki eksik, avare avare dolanırken bazen birbirlerine tesadüf ederler. Ve bazen, tanrımın hikmeti, birbirine, veya biri birine, âşık oluverirler. İşte o kadar! Öylece oluverir bu iş."

    Bir süre hiç konuşmadan bakıştılar. Sonunda kadın dostunun anlatısının garabetini şirinseyen fakat yılgın bir edayla tarizkar bir laf etti, adamsa bıçkın ve mağrur bir çocuksulukla tek kelime bir cevap verdi ve konuyu değiştirdiler:
"Dada!"
"Küfür!!"




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder